“BİR FİDANDIM EĞİLDİM.”

Sabah uyandım. Yeni güne başlamak için uyandım. Ellerimin ellerini tutması için uyandım. Saatin kaç olduğuna aldırış etmeden attım kendimi Ankara’nın taş yollarına. Atış o atış geri alamadım kendimi. Yorgunluğum bedenimi saran bir büyüydü. Yaşım genç, düşlerim yaş, dertlerim derindi. Hayatın en ağır dramını  kaldıramayacak kadar narin bağlarım vardı. Yokluğumun etrafında pervane olup deli divane dolaşacak sevgilerim. Hayatım bir çocuğun elindeydi, çocuk ellerini kaybetti. Cansız bedenlerimizi yakan neydi? Geri de bıraktığımız feryat yığınının yangınıydı. Zaman geçti, su aktı, binalar yapıldı, ağaçlar büyüdü,  bahar geldi, yaz geldi, sonbahar geçti, kış geldi, şimdi bahar tekrar gelmeye hazırlanıyor. Kışta takılı kalan yüreği pare pare olan canlar, marta düşman sevgililer, Ankara’yı cellat bilen bir kadın. Ateşin içinde kalmış yürekler. Dünya böyle bir yer. Hayatının can alıcı noktasını kaybedersin, ama akıp giden düzenden kendini alamazsın. Acımasız, adaletsiz bir dünyadan ne kadar çok beklentin varsa o kadar çok yanarsın. Zamanını iyi kullanamadığı için mi yanmalı insan yoksa  vakti varken doğru şeyi yaşayamadığı için mi? Her şey boş. Gün gelir tam  yapılacak işlerinin, telaşının, heyecanının, mutluluğunun ortasından seni çekip alırlar. Kim devam ettirecek yarım bıraktığım işi? Nefes nefese kaldım. Gök üzerime çöktü. Duman altında kaldım, nefesim kesildi. Sahi nereye uçar turnalar? Gülümseyebilir miyim düşlerinde yine?  Ben yıkıldım altında göğün yandım küçük bir pervane gibi. Yüreğimde bir sürü sevgiyle, aklımda bir sürü iş ile, hayalimde bir sürü gelecekle. Kim götürdü bakışımdan ışığı, kim aldı gözlerimden onu. Ölenlerin adını unutma, türkülerin, meydanların. Ah bırakmasın onlar sizi. Yarım kalan düşleri toplayın . Silin yerden düş izlerini. Kimse düş kuramayacak bundan sonra. Peki sen yüreği kuş olup uçmaya yeltenen can, ne de çabuk yıktın kendini sarıldın yalanlara boşluğa, hey bak işçi tulumu giymiş umut. Her şeyin kötüsüne kalmıştık zaten. Dünyanın kötüsüne, insanın kötüsüne. Bir tek sevgi tertemizdi. O da bizimle geldi. İsterse uçsun turnalar, isterse gitsin gökyüzü alıp kanatlarına bulutlarını rüzgarın. Yıllar gelir geçer çabucak. 1 yıl, 2 yıl, 3 yıl …. Ben yine aynı yerdeyim. Düşlerimin bittiği yerden filizlenip yetişecek kadar mert biriyim. Ben yine aynı yerdeyim. Yarım kaldığım, yarım bırakıldığım,bir fidanken eğildiğim, güvensiz kaldığım, güvenparktayım. .

 

BÜŞRA GÜLEN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yaşasın! Ne Kadar Da İdeolojik Yaklaşıyoruz Birbirimize

Havanın kurşun gibi ağır olduğu zamanlarda , tavan arasına kaldırdığımız  aşk kırıntılarının şükrüyle yaşıyoruz .  İdeolojik sevdalar arasında gerçekle ilişkilendiremediğimiz  düşlerin pençesinden sıyrılamıyoruz. Alışagelmiş düzenin bir parçası olmak için adeta savaşlar veriyoruz. Küçük hediye kutusunun içine bir not parçası edasıyla sıkıştırılıyoruz. mürekkeplerimiz birbirine  karışıyor, kağıt buruşuyor, kutuya sarılmaktan vazgeçmiyoruz. Kendi yolumuzda yürümeye çalışıyoruz, ayağımıza taş değiyor , o taşla birlikte yuvarlanıyoruz. Taa ki önümüze bir engel çıkıyor, ona çarpıp duruyoruz. Taş suretinden kurtulup eski halimizle yolumuza devam ediyoruz. Yeryüzündeki yolumuzun rotasını  gökyüzüne çeviriyoruz. Samanyolunda bir yıldız gösterişiyle salınarak , adımlarımızın  üzerinde yok oluşumuzu izliyoruz. Gözümüzü bir ışık esir alıyor, tökezliyoruz. Galaksinin en güzel kız yıldızıyla burun buruna geliyoruz. Uzay boşluğunun içerisinde bir ses yankılanıyor, ” Oysa seni sevmem toplumu meşru kılar. Ve gitmen beni dile indirger sevgilim.” Ah Muhsin Ünlü  buradada terk etmemiş bizi. Muhsinin gelmesiyle, en güzel yıldızın bizi terk etmesi aynı anda yaşanıyor. Adım atmaktan kendimizi alıkoyamadan arkasından bağırıyoruz ” Ayakkabılarını kapımın önünde görmeyi istiyorum çünkü bu, seni seviyorum içine nal salmak demektir.” Yıldız ayakkabısını hiç görmememize rağmen onları kapımızın  önünde görmeyi istiyoruz, işte bu yok oluşumuzun en temel duygusu.  Bağrışmalar arasında sesimiz kısılıyor, oysaki kimse sesin  galakside bizi ayakta tutacağından bahsetmemişti, ses yoksa galakside yok diyor her şeyin sahibi. Kendimizi gökle yer arasında bir yerde buluyoruz. Şayet araf dedikleri o boşluk buraysa eğer canımıza minnet ! Omuzlarımızın boşluklarından yine bir ışık sızıyor önümüze doğru. Galakside bağrışmalarımızın sonuç bulup bizimle geldiğini düşüyor dönüyoruz arkamızı. İstemsiz kollarımızı açıp kucaklamak istiyoruz onu. Hayır bu sefer yıldız kız değil. Yıldız kızdan kat be kat gösterişli güneş. Cinsiyet ayrımı yapmak için çok geç, gözler hipnoz. Onun cinsiyetini tahmin etmek tüm varoluşa yumruk kaldırmak gibi bir şey. Kurumuş dudaklarımız dile geliyor  “Şems derlerdi inanmazdım  .Sen kın dedin, inandım “  Az evvel ki yıldız kıza aşkımızı unutmuş olacağız ki, şemsin ışıltılı kollarına yüreğimizi emanet ediyoruz. Bir melodi bizi sarmalayıp şemsten uzaklaştırınca deli divane aklımız başımıza geliyor. Aşk için nelerden kovulduğumuzu bir nebze hatırlatıyor bize. Avuç içlerimizi açıyoruz, bu sefer konuşma sırası onlarda. ” Boşver aşık olmayalım biz bebeğim.  Aşk korkutucu, aşk yorucu, aşk zarar verir.. Beraber eğlenelim en iyisi, ama hep ve tek benimle uyu.. “  Ah ah  yine aynı hatalar üçkeninde salınıyoruz. Ayağımız boşluğa denk geliyor tökezliyoruz, bu sefer yıldız parıltısından  değil, yaptığımız hatalardan. Çıkmadan şu büyülü mekandan başlıyoruz tekrarlamaya ” Rabbim gör, Rabbim duy, Rabbim bağışla. “ Büyük affedici kabul etmiş olacak ki duamızı pencere açıyor önümüze. Teşekkür edercesine bağrışıyoruz “Rabbim kız okula geliyor, yaşasın Cumhuriyet! ” Çok bağırmış olacağız ki sarsılıp gözlerimizi açıyoruz. Ne eşsiz bir rüyaydı.. Gönül gözümüzün perdesinin kısa süreli kaldırılması ne eşsiz bir nimetti. Rüyanın etkisinden kurtulamayacağımızı düşünürken, geliyor işte karşıdan sapsarı saçlarını savurarak. El kaldırıp selamlıyor arkadakileri. Üzerimize alınıyoruz bizde umrumuzda mı ? Ete kana bürünmüş birine sevdalanmak günah mı ?  Ha yıldız, ha şems ha sen. Hepsi aşkla yoğrulmamış mı ? Usulca yanına ilişip “Yaşasın! Ne kadar da ideolojik yaklaşıyoruz birbirimize “ demek ayıp mı ?

 

 

BÜŞRA GÜLEN

BİR İNSANI SEVMEKLE BAŞLAYACAK HER ŞEY

Omuzlarımda beni perişan eden, oradan oraya sürükleyen yükü bir kenara bırakıp biraz soluklandım. Dar,  basık, apartmanların kol kola girdiği bir sokağın köşe başındaki banka kendimi bıraktım. Saçma delisi dünyada yaşadıklarımı artık kaldıramayacağımı düşündükçe yaptığım tek şeyi burada da tekrarladım. Eğer bir ağaç olsaydım aynı yerimde durur, rüzgarı karşılar, yolcu eder günümü  tamamlardım. Eğer bir ev olsaydım, sıcacık kalpli bir sürü insana yuva olur, onların sevincine ortak olurdum. Eğer bir çocuk olsaydım, her şeyden habersiz  horoz şekeri için koşuşturabilirdim. Tıp ki küçük kardeşim nevin gibi. Yanımdan geçen şu simitçi ben olsaydım, tezgahımda üç beş simiti satabildiğim için mutlu olurdum. Ama ben ne ağacım, ne evim, ne Nevinim ne de simitçi. Ben küçük yaşlardan beri eşitsizlik içinde çırpınıp duran, küçük kalbimin bin katı sorumluluğu yüklenen, en mutlu, en huzurlu geçmesi gereken yıllarımı bir atölye de hiç  eden Sevinç. Adımın sevinç olmasına karşılılık mutsuzluğu, umutsuzluğu getiren tek insan. Ne kendime ne de yolumun üzerinde olan insanlara sevinç getiremeyen küçük bir kızım ben.

Bir çırpıda geçen , geçtiği yerde derin yaralar bırakan koskoca yirmi dört yılımda, insanın her çeşitini tanıdım. Fırsatçısını, düzenbazını, vizdansızını, ekmeksizini, vefasızını … Kelime dağarcığımın yetmeyip, telefuz edemeyeceğim daha bir sürü nitelikte insan. Birinin gözüne baktım mı onun ne olduğunu bilmem bu yüzden işte. İnsan sarrafı Sevinç demeleri boşuna değil. Gördüm, geçirdim, tarttım insanın her türlüsünü. Ah şu boya kokusu bir gitmedi üzerimden. İçine işledi sevinç kıyafetlerinden, saçından silinse nolur. On yaşımdan beri boyayla haşır neşirim. Doktor bey ne demişti ” Bunca boyaya rağmen sağlığının yerinde olması şaşırtıcı.” Sağlığımın yerinde olmasına sevindi mi, yoksa onu uğraştırmadığım için üzüldü mü hala çözebilmiş değilim.

Şu karşıdan gelen çocuk. Yüzünden buram buram hasret okunuyor. Yüreğinde geçmeyen sızısı. Ellerinde ulaşamamışlığın verdiği titreme. Nefesi türkü kokan, gitmesi gereken yere gidemeyen, kalması gereken yerde kalamayan.. Yorulmuş olacak ki etrafına bakınıyor, benim gibi omuzlarındaki yükü bırakacak bir taş arıyor. Yanımdaki boşluğa ilişiyor kara gözleri. Saniyelerin bir bir peşinde koştuğu sıralarda yanımda beliriveriyor sureti. Ne konuşulur ki yedi kat yabancı biriyle. Susulur anca, susulur uzaklara dalınır. Geçmişe yolculuk başlar, hatıralar kısa süreli canlanır, geçmişe çok fazla dalmaktan kaynaklanan göz yanmasıyla gerçeğe dönülür. ” Ellerin hep boyalı mıdır?” Afallayıp, ne cevap vereceğimi bilemeden ilk defa bu kadar yakından yüzüne baktım. “Ellerim” demekle yetindim sadece. “Ellerin, ellerin boyalı.” Şaşkınlığımı bir kenara, kalp çarpıntımı diğer tarafa bıraktıktan sonra, kekeleyerek cevap vermeye çalıştım.

– ” Atölyeden ulaşıyor, yıkasamda çıkmıyor.”

– ” Ne atölyesi bu böyle?”

– “İpek boyama atölyesi”

Benim boyayıp onun gibi cebi parayı epeyce görmüş insanların keyifle giymelerinden rahatsız olmuş olacak ki, gömleğinin kolundaki boyalı figürü parmaklarıyla yokladı. ” İnsanların yüreği boyalı olmasın yeter ki kara boya değişmiş olmasın.” Uzun süredir böyle sözler duymadım. Anlamı bana çok uzak, bu sözün üzerine yıllar düşünsem işin içinden çıkamam. Kendi iç dünyamda bunlarla savaşırken, usul usul aklımı başımdan alan bir şeyler mırıldanmaya başladı. ” Değil misin değil misin ? Yaralayan değil misin ? Alıp beni ötelere, götüren sen değil misin ?”  İnsan sarrafı Sevinç yine tanımıştı insanı gözünden. Yine kaç metre uzaktan görmüştü içindeki sızıyı. Bitkinliğini, çaresizliğini. Yavaş yavaş kalktı türkü kokan çocuk, gözlerimin içinde durdu bir süre  ” Ellerindeki boyaya aman dikkat et ha bulaşmasın yüreğinin odalarına” Türkü kokan nefesi uzaklaştı benden. Arkasından bakakalan ben, bin yıl düşünse aklına gelmezdi bu dar, basık, apartmanların kol kola girdiği sokakta hayatın gerçeğiyle karşılaşacağını.  Aylarca oturmuş gibi dinlenmiş olduğum banktan kalktım, adım başı dilimden de  düşürmediğim tek şey ” Dünyayı güzellik kurtaracak bir insanı sevmekle başlayacak her şey” 

 

BÜŞRA GÜLEN

(Fotoğraf Pinterest)

SENİ BAHARMIŞIN GİBİ DÜŞÜNÜYORUM

Rüzgar pencereyi açar açmaz yüzüme vurdu. Ufacık odama bin bir türlü koku doldurdu. Kitapların sayfalarını şöyle bir karıştırdı. Birde yokladı masanın üzerinde ne var ne yok diye. Gök kubbe yine hüzünlü. Bir akşamüzeri faslına daha hoşgeldin yüreği pare pare yanan can. Çok seversin bu vakitleri. Gel otur yanıma iki kelam edelim. Anlat bana yine hayatın karmaşasasını, yürek burkan hikayeleri, adaletsizlikleri. En çok canını yakan şeyi bir daha anlat bana, anlat ki yine düşman kesileyim onlara. Yüreğimdeki ağırlığın gitmesini canıgönülden isteyen ben, sevdanın ağırlığının gögsümü gere gere taşıyorum. Hayatın en ağır sillesini yemiş, oturuyorum bir köşede. Tarifi zor acının içinde cehennemi yaşıyorum. Şuramda bir şeyler var. Sahiden bir şeyler var, haykırmadan anlatamam. Gözlerine hasret kaldığım , daha nice gözleri göreceğimi söyleyen teselliler içinde koca yıl geçirdim. Değirmenlere karşı savaşlar veremem artık çünkü gücümü de, yönümü de, yolumu da  yitirdim. Öyle bir yere geldim ki hayatımın üstünde imkansız kuşlar uçuyor.

Gitme vakti geldi, gökyüzü kızıllığını toplayıp gidiyor. Elini eteğini çekiyor günden, yerini gece huzuruna bırakıyor. Toparlan hadi açayim pencereyi , bende gelmiş olmanın sevinciyle boğuşayım biraz. Aklıma gelmişken ” Zemheri de uzadıkça uzadı, seni baharmışın gibi düşünüyorum .. ”

BÜŞRA GÜLEN

(Fotoğraf googleshits_)

( (Fotoğraf Melis Bel)

ÜŞÜYORUM KAPAMA GÖZLERİNİ

    Uzaklardan geldim yine. Çok uzaklardan. Hayal kırıklıklarının, düşmanlıkların, yalnızlıkların, hayınlıkların arasından geldim. Uzak kalmak istedikçe yine düş pazarının içine geldim. Adım attığım yer ayağımın altından kayıyor, tutuyor beni bir şeyler gitme diyor, bir yandan da gitmek için can atıyor şu mecalsiz bacaklarım. Göğe bakıyorum ara sıra ” Bulutlar geçiyor haberlerle yüklü ağır..” Ah o bulutlar tutsalar halsiz kollarımdan  çekseler beni buradan. Ne işim vardı sahi?  Onca yılın ardından neyin değiştiğini görmeye geldim, nasıl unutulduğumu yıllardır beni perişan eden şu gönlüme inandırmaya mı geldim ? Hoş geldim, hoş geldin soluksuz  geçen yıllarım, hoş geldin söküp atamadığım canım, hoş geldin gözlerinde bir kışı bir yazı gördüğüm hemdemim..

    Can pazarının tam ortasındayım. Gitmek için çok geç, düşünmek için zaman yok. On kat ağır bedenimi bırakacak, en azından onu huzura kavuşturacak bir yer bulmalıyım. Kalabalık insanlara ister istemez çarparak geçiyorum. Ne uzun zaman olmuş, insan sıcaklığının yanından geçmeyeli. Ne uzun zaman olmuş iç sesimden başka bir ses duymayalı. “İnsan olduğumu insanların içindeyken anlıyorum ” derdi Rıfat, aklıma düştü birden Rıfat. Uzun boylu, sivri yüzlü, siyah saçlı.. İnsan olduğumu insanların içindeyken anlıyorum. İnsan olduğumu tek başıma kaldığımda anlıyorum, onca sahte gülen yüzün, samimiyetsiz konuşmaların, adaletsizliklerin içinden sıyrıldığımda anlıyorum. Uzun zaman olmuş insan gibi insan görmeyeli.

Ucu yanık bir mektupla düştüm yollara. Meğerse ne hevesliymişim iki üç kelime okumaya. Elime alır almaz mektubu anladı yüreğim yollara düşeceğini, kuş olup uçmaya hazırlandı, çırpındı çırpındı durdu. Korktu istediğini duyamamaktan.  ” Ah benim sarhoşluğum.. ”  bin kere okudum mektuba başlarken ki cümlesini, ” ah benim sarhoşluğum.” “Benim yıllardır görmediğim, emeğim, hazin sonum..    Yıllardır geçmeyen sarhoşluğum..”  Yaşamıyormuşum ben bunca zamandır, bir şeyler eksikmiş , kendimi avutuyormuşum. Ucu yanık bir kağıt, mürekkebi akmış iki üç yazı beni nasıl oldu da sardı. Nasıl oldu da bir anda toplarladı, umutlarımı yeşertti. Sonrası mı ? Sonrası burdayım işte. Gülhane parkında, gelecek gelmeyecek kaygısıyla beli bükülmüş oturuyorum. İnsan içine çıkmayalı hayli bir zaman olmuş. Alışkın değilim  çocuk bağrışmalarına kaldırmıyor ne kafam, ne yüreğim.

Hatıramda ince beli, siyah uzun saçları, ağız dolusu gülüşü  kalmış bir tek. Sesi, kokusu uçmuş gitmiş aklımdan..  Kilo almıştır, saçlarını kestirmiştir, boyatmıştır bir güzel, aynı kalacak değil ya. Sen aynı mı kaldın. Değişmedin mi gün geçtikçe ? Belki buradadır, o da beni arıyordur. Tanınmaz haldeyim. Ne diye saçımı sakalımı kesmeden geldim. Böyle mi karşılayacaksın onu, yıllar önce seni böyle görüp böyle mi sevdi? Sevdi demişken, ne güzel sevmişti beni. Güzelde şiir okurdu, yorulmadan, nefesi kesilmeden. Yürekten okurdu, severdi nazımı, ahmed’i.  Belki de beni bu yüzden sevdi, ahmed’inin soyadıydı adım, ” ne güzel ad be annen elleri öpülesi kadın  ” derdi hep. Tabi ya beni ne diye sevsin başka..

Geliyor yüreğime dert olmaya, geliyor canımdan can koparmaya.. Ah be sevdam “Yüzyıl oldu yüzünü görmeyeli, belini sarmayalı,  gözünün içinde durmayalı, aklının aydınlığına sorular sormayalı, dokunmayalı sıcaklığına karnının. ”

Yıllarım, bekle bekle beni solduran yıllarım, umut bağladığım her dalımı koparan yıllarım ” Seni, anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara.Seni anlatabilmek seni, Namussuza, halden bilmeze,  Kahpe yalana.”

Alışkın değilim bakma bana öyle, ne yalanlar geçirdim şu kısacık ömrümde, ne  aldanmalar yaşadımda böylesini görmedim. Uzakta yaşamaya alıştım ben, gizli gizli. Sevdanla gizlenmeye alıştım ben. Şiirle boğuşmaya, nazımla kavga etmeye, ahmed’le gülmeye.  Gitmek bana alışkanlık, hayın gecelerde düşünmek bana tutsaklık.

Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim ; Seni anlatabilsem seni… Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır. Üşüyorum, kapama gözlerini…

 

BÜŞRA GÜLEN 

( Fotoğraf googleshits_)

BİR VİETNAM FOTOĞRAFI

Bir çocuk uçurtmaya koşar, oyuna koşar, gökkuşağına koşar. Peki 8 haziran 1972 vietnam savaşında Cong’ın objektifine takılan bu fotoğraftaki çocuk neye koşuyordu? Çırılçıplak, korku dolu gözlerle, çığlık çığlığa bir balona mı, şekere mi yoksa en sevdiği oyuncağına mı? Fotoğraf bir kitap kapağı gibidir, kapağı açmadığınız sürece içindekileri bilemezsiniz. Tıpkı bu fotoğrafta olduğu gibi. Eğer sadece beş çocuk, dört asker ve savaş ortamı olarak yorumlarsak bu fotoğrafı aslında hiç hissetmemiş hatta hiç görmemiş oluruz. Acının ve çaresizliğin ölümsüzleştirildiği bu karede, kadraja sığan kısmı kadar sığmayan kısmıda can alıcıdır.

Bir fotoğrafın dört köşeyle sınırlandırılması demek hissettiklerimizin de sınırlı kalması demektir. Çocukların yardım bakışlarıyla kime doğru gittiklerini, dört askerden birinin arkasını dönüp nereye baktığını, yolun iki tarafında daha nice acıları, hayatı pamuk ipliğine bağlı insanları yoksaymak tüm savaşı yoksaymaktır. Bu fotoğrafta ağız dolusu gülmesi gereken çocukların, ağız dolusu haykırışlarının arkasında bir abla kardeş veyahut iki yakın arkadaşın korkmuş, bomba seslerini bastıran kalp gümbürtülerini duymamak imkansızdır. Fotoğraf yayınlandığında tüm dünyanın dikkatini çıplak kız çekmişti. Yıllar sonra bile hayatı, ne yaptığı, nerede olduğu araştırılmıştır. Gölgede kalan dört çocuğun hayat hikayesi merak edilmedi bile. Savaşın ortasında kalan çocukların korkuları aynı, kaderleri farklılaşmıştı. Objektifi 2 cm yana çevirmesekte en önde koşan çocuğun annesini ya da nicelerin annesini, yerde cansız yatan masum bir köpeği, yıkıntılar arasında kalmıl yaşları farklı kaderleei aynı milyonlarca insanı görmek zor değil. Aslında bir fotoğraf siyah beyaz ya da renkli, hüzünlü veyahut heyecanlı, mutluluk dolu olsa da görünenin ötesinde koca bir hayat, yaşanan anılar, korkular, heyecanlar saklıdır.

Unutmak istediklerimizin fotoğrafını çekmeyiz. Fotoğraflar bize ister mutluluk versin, ister tebessüm ettirsin, isterse içimizi acıtsın, hatırlamak istediklerimizi yani aslında hiç unutmadıklarımızı her bakışta en taze duygularla hissetmemizi sağlayan kağıt parçasından çok daha fazlasıdır. Tıpkı bu siyah beyaz vietnam savaşının sembolü olan fotoğraf gibi.

 

BÜŞRA GÜLEN

BİR GÜN TEK BAŞINA

-Eleştiri –


“ — İşte Nermin de geldi…  dedi.  
Kapıya döndü hepsi. İçeri ağır ağır bir kız girmiş, durmuş kapıda, onlara  bakıyordu. Bir kahkaha koptu. Bayılmışlardı Kenan’ın sözüne. Birkaçı alkışlıyordu coşkulu… Yinelemeye başladılar. “ 

   1960’lı yıllarını kaleme aldığı romanında,  Günsel ve Kenan’ın roman boyunca çaresiz bir aşkın içine sürükleyecek ilk karşılaşmalarını böyle anlatmıştı yazar. Abdülkadir Pirhasan’ı mı kullanmalıyım yoksa Vedat Türkali’yi mi bilemiyorum ama bu yazdığı ilk romanıyla belki de birçok kavramı zihinlerimizde canlandıran yazar konumuna geldi. Uzun uzun kahramanları betimlemenin veya olay sırasını aktarmanın ne kadar gereksiz olduğunu yine Vedat Türkali’nin Kayıp Romanlar kitabından “ Yaşaması kolay değil ki anlatması kolay olsun” sözleriyle ifade etmek istiyorum. 

   Bana kalırsa bir kitabın kapağı kapandığında kişilerin ne yapacağı, olayın nasıl ilerleyeceği merak ediliyorsa o kitap okunmaya değerdir. Vedat Türkali’nin tüm kitaplarında olduğu gibi bu kitabı da okuyucuyu meraklandırıyor.  Kullandığı dil, sıkıcılıktan uzak ve  yalındır. Yer yer eski sözcüklere yer vermesi romanın içerisinde bulunan zamanı en ince ayrıntısına kadar okuyucularına hissettirmek istemesindendir. Bazen bir sayfayı geçkin kişi betimlemeleriyle, o kişileri sadece okuyup geçmemizi değil onları gerçek hayatta yaşıyorcasına benimsememizi istemektedir. Olaylarda yer, saat ve tarih gibi küçük ama okuyucuyu etkileyen bilgileri sık sık vermesi, romanın belki de gerçek hayattan bir kesit olduğunu düşündürüyor. Kişileri seçerken, bizden birilerini tercih ettiğini, ulaşılması zor kahramanları kaleme almadığını görmek okuma isteğimizi bir kere daha filizlendiriyor. Yaşanabilir cinsten olaylarda kahramanlar ile birlikte bizlerinde sürüklenmesi, aynı heyecanın, korkuların yaşanması, roman bittikten sonra etkisinden bir süre kurtulamamamız, “Bir Gün Tek Başına” nın başarılı bir roman olduğunun göstergesidir. İntihar, aşk, korku, kaos, çaresizlik gibi soyut kavramları satır aralarında değil ,uzun süre aklımızdan silemeyeceğimiz olaylarla bize aktarıyor.  

    Günümüz okuyucularından bazıları belki de “Bir Gün Tek Başına” nın konusu ve olay işleyişiyle ilgili eleştirilerde bulunabilirler. Ben eleştiri hakkımı iyi yönde kullanmayı tercih ediyorum. Ben ne Günsel’in mutaassıp aile kızı olmasını isteyebilirim ne de Kenan’ın sevgili eşi Nermin’e sadık, ailesine düşkün bir baba olmasını. Gelenek ve göreneklerimize ters düşen Günsel ve Kenan’ın aşkının genç veyahut evli okuyucuların aklını çelebileceğini düşünenlerde olabilir tabi ki. Bu konuda şanslıyız ki, ülkemizdeki kitap okuma seviyesinin düşük olmasından dolayı, usta yazarların büyülü kalemlerinden çıkan romanların kötü yanlarından (!)  etkilenemiyoruz. 


BÜŞRA GÜLEN

ŞİRAZE

Çiçekli badem ağaçlarını unut. Değmez, bu bahiste geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı. Islak saçlarını güneşte kurut olgun meyvelerin baygınlığıyla parıldasın nemli, ağır kızıltılar… sevgilim, sevgilim, mevsim sonbahar…

Mısralarını duyar duymaz saatin 6’ya yaklaştığını anladım. Bana vaktin nasıl geçtiğini hissettirmeyen kitapları derkenar bir rafa bıraktım ve silkelenip ayağa kalktım. Her şey diğer günlerdeki gibi tekdüzeydi. Dükkanın kırık ama bantla tedavi edilmeye çalışan camından içeriye loş ışık dolmuş, kitaplardan kendine kale misali korunak yapmış ve o korunağın arkasında dikkatlice bakılmadığı sürece sesin ondan geldiğini anlamayacağınız şekilde şiir mırıldanan yaşlıca bir adam saklanmıştı. Burası 4 sıra kitaplıktan oluşan, küçük ama mazinin kalbi, tarihin en buruk hikayelerine şahit olmuş, görünüşte eski, maneviyatta değeri paha biçilemez bir sahaf. Tam tamına 3 yıldır bu sahafın “ kitap koruyucusu” yum. En azından Baba bana öyle hitap eder. Baba sahafın sahibi aynı zamanda benim büyük büyük babam. 82 yaşında olmasına rağmen aklı başında, ezberi kuvvetli, herkese yardımcı olan bir adam. Bu özelliklerinden dolayı tüm mahalle “ Baba” der.

Bundan 10 yıl önce ailemin olumsuzlukları peş peşe yaşadığı eylül ayında dünyaya gelmişim. Yaşasaydı 15 yaşında olacak abim bu ayda vefat etmiş, bizi maddi zarara sokan büyük sel eylülde olmuş, Baba’nın sevgili eşi bu ayda vefat etmiş, annemin 3 kuşaktır devir eden yüzüğü bu ayda çalınmış, Baba’yı büyük büyük annemden sonra aşık olduğu kadın eylülde terk etmiş. Bunlardan dolayı eylül ayı bizim için gerçek bir sonbahardı. Biraz garip gelebilir ama ben doğduğumda sadece gülümsemişim bunu gören baba annemin kucağından beni bir hışımla almış ve kulağıma fısıldamış “ Şiraze, Şiraze, Şiraze “. Bana bu ismi lütfetmesi herkesi şaşırtmış çünkü babayı büyük bir aşkın içinde bırakıp giden o büyülü kadının adı Şirazeymiş. Yıllar sonra ilk defa adı yankılanmış evde. Baba beni “ güçlü olacaksın, zarif ve naif olacaksın, kimseyi geride bırakmayacaksın, unutmayacaksın, unutulmayacaksın” sözleriyle büyüttü. Ne zaman kaba hareketimi görse “ Şiraze olmak kolay değil küçük hanım kendini toparla ya da git adını değiştir.” Kızgın sesi her yerde çınlardı. Onun yanında kaba davranmaktan çekinmem bu yüzdendir.

“Çiçekli badem ağaçlarını unut. Değmez. Bu bahiste geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı “ mısralarıyla geçmişe yolculuk yaptığım rüyadan eski kapının gıcırdamasıyla bugüne geri döndüm. Kapıda, 35 yaşlarında, gayet şık, siyah pardesüsü deri çizmelerine uzanan uzun ve oldukça zayıf bir kadın belirli. Geçici bir sessizlik oldu sonra gıcırdayan parke sesleri arasında içeri doğru yürüdü. Mavi gözlerini eski ama temiz kitap raflarında gezdirdi bir süre sanki bir kitabı değil de koca bir maziyi arar gibiydi. Buyrun dememe fırsat kalmadan baba sol eliyle göğsümden geri itip kadının önünde beliriverdi. Belli belirsiz sesle “ ona ne çok benziyorsun” aynı atakla kadın “ bende yıllardır size ulaşmayı bekleyen bir şey var. Uzun süre zamanının gelmesini bekledim. Bu güne kısmetmiş oturabilir miyim şöyle ?” Baba cevap vermeden doğruca masaya geçti, el işaretiyle gözlerini bana dikti. Bunun anlamı bize çay getirdi, bir çırpıda koştum ve istenileni yaptım. Aynı zarafetle kadın çayı yudumladı. Baba büyülenmiş gözlerini kadından ayırmadan “ Annen nasıl ?” sorusunu kadına yöneltti sonra pişman olurcasına kafasını başka yöne çevirdi. Kadın bu soruyu beklercesine anlatmaya başladı. “ Bundan 40 yıl önce annem Ankara’yı denize olan aşkından dolayı terk etmiş. Kısa süreli deniz seyahatleri yapmış. Daha sonra Selanik’e geri dönmüş ve babamla tanışıp evlenmişler. Ben doğduktan sonra aralarında anlaşmazlıklar olmuş, annem beni babama bıraktıktan sonra yine aşkına koşmuş yani denizine. Bu mektubu çok çok yakın arkadaşına emanet etmiş. Bana vermesini, benimde zamanı gelince sahibine ulaştırmam gerektiğini söylemiş. En son çıktığı deniz yolculuğundan dönemedi. Öldüğü gün sürekli şiirler mırıldandığını, kendini denize bıraktığında “mevsim sonbahar” şiirini okuduğunu anlattılar.” Bunları anlatırken, masanın üzerinde bir mektup belirdi. “ Baba” açmakla açmamak arasında bir el oyunuyla mektubu kavradı. Eski, sararmış bir kağıttı ve babanın okudukça yüz ifadesi şekilden şekile giriyordu. Sonundaki şiraze yazısının harflerini parmağıyla takip etti. “ 20 yıl birini beklersin kah öfkeyle kah sevgiyle. Gittiği gibi yine Eylül ayında kendi değil de el yazısı gelir, 40 yılını yıkar, pişmanlıklar çepeçevre sarar seni. “ Baba kısık, buğulu sesiyle belki de hayatımı baştan aşağıya etkileyecek sözleri yaptı. Yine bir Eylül ayı, kendime söz “ Unutmayacağım, unutulmayacağım..”

BÜŞRA GÜLEN

 

 

SES

    Yine avazı çıktığı kadar bağırıyor. Kendimi bildim bileli bu sese şahit oluyorum. Yıllardır neler neler değiştide, bir onun sesi değişmedi. Hiç mi sevecen bağırmaz bu? Hep mi sinirli hep mi aksi? Yine neye bu kadar sinirlendi anlayamıyorum. Acaba bilerek mi yapıyor? İnsanları korkutmak hoşuna mı gidiyor? Yoksa siz ondan korkmuyor musunuz? Saklayamayacağım ben korkuyorum. Hatta bir keresinde 5 yaşındayken derin uykumdan onun homurdanmasıyla uyandım. Sanki koca bir dev yatağımın başında bana heyecanlarak birşeyler anlatıyordu. Sonra gözlerinde ateş püskürten bir hareketle bağırmaya başladı. Onunla tanışmam böyle oldu işte. Pek hoş tanıştık diyemeyeceğim.

    Bir tek insanlar mı korkuyor ondan? Toprağın altındaki karıncadan tutun,  ağaçların en yüksek dalına tutunmuş yaprağa kadar onun sesini duyan, kendini güvensiz hisseden bir kaplumbağa gibi kabuğuna çekilmek istiyor. Duydunuz mu? Bakın yine bağırıyor. Bu sefer ki çığlığı evladını kaybetmiş anne çığlığına benziyor. O kadar şiddetli ki insanı yüreğinden vuruyor. Belli ki canı çok yanıyor,  bir o kadar da çaresiz ve sinirli. Bu yüzden çığlıklarıyla rahatlamaya çalışıyor. Evinde pervane olan, koca bir sarayın o şık, görkemli avize taşları gibi  parlayan, her biri ayrı güzel binlerce hatta yüzbinlerce peri kızları zelzele olmuşta can telaşına düşmüş gibi birbirlerine çarparak kaçışıyorlar. Bu çığlığı atarken nefesini damarlarıma kadar hissediyorum. Bağırırken ki ağız boşluğundan çıkan nefesi, karlı bir ormanda kalmışım da ölüme gitmeden önceki son irkilişim gibi  tekrar gerçek hayata döndürüyor beni. Sanki bütün dünyanın ışıkları kaybolmuşta yolunu bulmaya çalışıyor. Avucundaki kibritleri birbir ard arda çakıyor,  nefesi kibritleri söndürdükçe saniyelik bir geceye bir gündüze çeviriyor sanki yeryüzünü. Amacına ulaşamadıkça daha hiddetleniyor, geceyi  gündüzü gürültüsüyle örtbas ediyor. Bahçesinin altında huzurlu, bir arada yaşayan ağaç öbeklerini bile endişelendiriyor, sağ elinin tersiyle çocuk, yaşlı demeden hiddetiyle vurup onları perişan ediyor. Yatağında sakince  uyuyan denizi bile uyandırıyor. uykusundan uyanan deniz bütün yıl emekle topladığı hasadını sele vermişliğin acısıyla  o da ona karşılık veriyor.  Ona bile sinirlenen korkunç gürültücü ani bir hamleyle boğazından tutuğu denizi kaldırıp, boyundan metrelerce yüksek setlere vurarak tekrar yatağına bırakıyor. Sanki koşmayı unutmuş milyonlarca insanı gün ışığına kavuşturmak için hücre kapıları açılıyor nereye gideceğini sorgulamadan sadece  gitmek isteyen insan yığını gibi, yine hiddetine, öfkesine dayanamayıp ağlamaya başlıyor.

    Nihayet yatağımın en kuytu köşesinde, battaniyenin altına sakladığım kafamı çıkarıyorum. Usul usul, tavana yansıyan cırcır böcekleri gibi sobanın odun ışıltılarında, boyumdan bir kaç karış uzun pencereye yaklaşıyorum. Elimi uzatıp, ürkmüş kolundan tutup açıyorum. Zifiri karanlıkta yüzüme, saçlarıma ılık nefesi değiyor. Gittiğini biliyorum ama hala korkusu üzerimde. Bardaktan boşanırcasına gözyaşlarını, yani yağmuru gökyüzünden yeryüzüne bırakıyor. Yerin yedi kat altındaki canlılar, biraz önceki kıyameti çabucak unutmuş, onlara lütfedilen can suyu için secdeler ediyor. İlkbaharın sıradan bir gecesi bu. 5 yaşımdan 22 yaşıma kadar değişmeyen geçici tek korkum. Neredeyse üç ay aynı korkunun ardından aynı sevinci yaşıyorum. Penceremi kapatıp yatağıma uzanıyorum. Sobanın üzerinde kaynayan eski ibriğin ağzında çalınan ıslıkla gözlerimi uykuya bırakıyorum.

BÜŞRA GÜLEN

İNSAN

Ne yazık ki insanız, bir çok şeyler başardık, aya çıktık, savaşlar yapıp zaferler kazandık, ülkeler fethettik, icatlar yaptık,  dünyamızı geliştirdik . Maalesef bir tek iç dünyamızı geliştiremedik. İnsanların mutsuzlukları üzerine mutluluklar kurmayı denedik, çoğunda başarılı olduk ama zamanı geldiğinde aynı durumunun içinde kendimizi bulduk. Kalp kırmanın ne kadar ağır bir şey olduğunu savunan  peygamberin ümmeti olduğumuz halde kalp kırmayı kendimize alışkanlık haline getirdik. Allah tarafından bize bahşedilen muhteşem bir duyguyu hiçe saydık. ” Vicdanlı” olmanın  bizi bir çok insandan ayırabileceğini unuttuk. Yeri geldi kapısının önüne savunmasız hayvanlar için yem koyan yaşlı adama taşla saldırdık, yeri geldi  kış mevsimindeyiz hayvanlar üşümesin diye  barınak yapan psikologu katlettik. Kendi zevklerimiz için bir çok insanın hayatını mahvettik. Gencecik insanları yaktık, kestik, öldürdük. Hayatta en savunmasız oldukları anlarda sanki haddimizeymiş gibi onları ölümle burun buruna getirdik. Ayrımcılık başlattık aramızda. Maddi durumuna  göre insan seçimi yaptık. Zenginsen zenginle muhattap olabilirdin, fakirsen hiç kimseyle. Maddi  gelirin düşükse hayatta ki şansını en alt seviyeye indirdiği insanların ağzından çıkacak bir söze muhtaç olduk. Maddi gelirin yüksekse şu yalan dünya diye tabir ettiğimiz yerde her şeyi yapabilirsin, her şeyi tadabilirsin, her yerde söz sahibi olabilirsin, en iyi insan, en  bilgili, en görgülü, en dürüst, en çalışkan, en vicdanlı, en en insan sendirsin. İlahi adalete inanmasa belkide dünyada hiç bir şeyi elde edemeyeceğini, bu dünyada yerinin olmadığını düşünen insanlardan olduk. En başta bencil olduk sadece kendimiz için çabaladık. En iyisinin kendimizde olması için çevremizdekileri yaktık, yıktık, kırdık. Elimizdekini kaybedince de  yaptıklarımızın farkına vardık. İşte bu farkına  varmamız  ilahi adaletin varlığının kanıtıydı ..

BÜŞRA GÜLEN