ŞİRAZE

Çiçekli badem ağaçlarını unut. Değmez, bu bahiste geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı. Islak saçlarını güneşte kurut olgun meyvelerin baygınlığıyla parıldasın nemli, ağır kızıltılar… sevgilim, sevgilim, mevsim sonbahar…

Mısralarını duyar duymaz saatin 6’ya yaklaştığını anladım. Bana vaktin nasıl geçtiğini hissettirmeyen kitapları derkenar bir rafa bıraktım ve silkelenip ayağa kalktım. Her şey diğer günlerdeki gibi tekdüzeydi. Dükkanın kırık ama bantla tedavi edilmeye çalışan camından içeriye loş ışık dolmuş, kitaplardan kendine kale misali korunak yapmış ve o korunağın arkasında dikkatlice bakılmadığı sürece sesin ondan geldiğini anlamayacağınız şekilde şiir mırıldanan yaşlıca bir adam saklanmıştı. Burası 4 sıra kitaplıktan oluşan, küçük ama mazinin kalbi, tarihin en buruk hikayelerine şahit olmuş, görünüşte eski, maneviyatta değeri paha biçilemez bir sahaf. Tam tamına 3 yıldır bu sahafın “ kitap koruyucusu” yum. En azından Baba bana öyle hitap eder. Baba sahafın sahibi aynı zamanda benim büyük büyük babam. 82 yaşında olmasına rağmen aklı başında, ezberi kuvvetli, herkese yardımcı olan bir adam. Bu özelliklerinden dolayı tüm mahalle “ Baba” der.

Bundan 10 yıl önce ailemin olumsuzlukları peş peşe yaşadığı eylül ayında dünyaya gelmişim. Yaşasaydı 15 yaşında olacak abim bu ayda vefat etmiş, bizi maddi zarara sokan büyük sel eylülde olmuş, Baba’nın sevgili eşi bu ayda vefat etmiş, annemin 3 kuşaktır devir eden yüzüğü bu ayda çalınmış, Baba’yı büyük büyük annemden sonra aşık olduğu kadın eylülde terk etmiş. Bunlardan dolayı eylül ayı bizim için gerçek bir sonbahardı. Biraz garip gelebilir ama ben doğduğumda sadece gülümsemişim bunu gören baba annemin kucağından beni bir hışımla almış ve kulağıma fısıldamış “ Şiraze, Şiraze, Şiraze “. Bana bu ismi lütfetmesi herkesi şaşırtmış çünkü babayı büyük bir aşkın içinde bırakıp giden o büyülü kadının adı Şirazeymiş. Yıllar sonra ilk defa adı yankılanmış evde. Baba beni “ güçlü olacaksın, zarif ve naif olacaksın, kimseyi geride bırakmayacaksın, unutmayacaksın, unutulmayacaksın” sözleriyle büyüttü. Ne zaman kaba hareketimi görse “ Şiraze olmak kolay değil küçük hanım kendini toparla ya da git adını değiştir.” Kızgın sesi her yerde çınlardı. Onun yanında kaba davranmaktan çekinmem bu yüzdendir.

“Çiçekli badem ağaçlarını unut. Değmez. Bu bahiste geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı “ mısralarıyla geçmişe yolculuk yaptığım rüyadan eski kapının gıcırdamasıyla bugüne geri döndüm. Kapıda, 35 yaşlarında, gayet şık, siyah pardesüsü deri çizmelerine uzanan uzun ve oldukça zayıf bir kadın belirli. Geçici bir sessizlik oldu sonra gıcırdayan parke sesleri arasında içeri doğru yürüdü. Mavi gözlerini eski ama temiz kitap raflarında gezdirdi bir süre sanki bir kitabı değil de koca bir maziyi arar gibiydi. Buyrun dememe fırsat kalmadan baba sol eliyle göğsümden geri itip kadının önünde beliriverdi. Belli belirsiz sesle “ ona ne çok benziyorsun” aynı atakla kadın “ bende yıllardır size ulaşmayı bekleyen bir şey var. Uzun süre zamanının gelmesini bekledim. Bu güne kısmetmiş oturabilir miyim şöyle ?” Baba cevap vermeden doğruca masaya geçti, el işaretiyle gözlerini bana dikti. Bunun anlamı bize çay getirdi, bir çırpıda koştum ve istenileni yaptım. Aynı zarafetle kadın çayı yudumladı. Baba büyülenmiş gözlerini kadından ayırmadan “ Annen nasıl ?” sorusunu kadına yöneltti sonra pişman olurcasına kafasını başka yöne çevirdi. Kadın bu soruyu beklercesine anlatmaya başladı. “ Bundan 40 yıl önce annem Ankara’yı denize olan aşkından dolayı terk etmiş. Kısa süreli deniz seyahatleri yapmış. Daha sonra Selanik’e geri dönmüş ve babamla tanışıp evlenmişler. Ben doğduktan sonra aralarında anlaşmazlıklar olmuş, annem beni babama bıraktıktan sonra yine aşkına koşmuş yani denizine. Bu mektubu çok çok yakın arkadaşına emanet etmiş. Bana vermesini, benimde zamanı gelince sahibine ulaştırmam gerektiğini söylemiş. En son çıktığı deniz yolculuğundan dönemedi. Öldüğü gün sürekli şiirler mırıldandığını, kendini denize bıraktığında “mevsim sonbahar” şiirini okuduğunu anlattılar.” Bunları anlatırken, masanın üzerinde bir mektup belirdi. “ Baba” açmakla açmamak arasında bir el oyunuyla mektubu kavradı. Eski, sararmış bir kağıttı ve babanın okudukça yüz ifadesi şekilden şekile giriyordu. Sonundaki şiraze yazısının harflerini parmağıyla takip etti. “ 20 yıl birini beklersin kah öfkeyle kah sevgiyle. Gittiği gibi yine Eylül ayında kendi değil de el yazısı gelir, 40 yılını yıkar, pişmanlıklar çepeçevre sarar seni. “ Baba kısık, buğulu sesiyle belki de hayatımı baştan aşağıya etkileyecek sözleri yaptı. Yine bir Eylül ayı, kendime söz “ Unutmayacağım, unutulmayacağım..”

BÜŞRA GÜLEN